Makalesinde "2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt’i işgal etmesi ile bölge petrolleri üzerinde mutlak hakimiyet sağlama politikası takip eden Saddam Hüseyin, aslında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Rusya’nın zayıflayan küresel gücünü fırsat bilen ABD’nin bölgeye yerleşmesine zemin hazırlamıştı. Ardından 2003 Irak savaşı Saddam iktidarının sonunu getirirken, bölge halkı için kaçınılmaz olan etnik ve mezhepsel bir bölünmenin temellerini atmış, Batı’nın misyon edindiği “demokrasi” tacirliğinin özellikle Amerika için nasıl tiranlığa dönüştüğünün resmi olmuştu. Ülkede Baas rejiminin çökmesi ve Irak’ın kuzeyinde Kürt Federal yönetiminin iş başına gelmesi neticesinde, bölgedeki enerji kaynakları gelirinin paylaşım tartışmaları da hız kazandı. Elbette bu durumun öncelikle Türkiye’yi yakından ilgilendirdiğini belirtmemiz gerekiyor. Çünkü Türkiye sırf enerji alanında değil, bilhassa inşaat gibi birçok önemli sektörle Kuzey Irak Kürt bölgesiyle iş hacmini geliştirmeye devam ediyor.
Modern toplum, tacir toplumu gerektiriyor.
Bölgede başka savaşlara imkan vermemek, kalıcı barışı coğrafyadaki halklar arasında tesis edebilmek için ülkeler arasında ticari bağların oluşması büyük önem taşıyor. Bundan önceki dönemlerde ülkeler sırf Orta Doğu’da değil, diğer birçok bölgede güvenlik ikilemi içinde olmaları nedeniyle kendi güvenliklerini sağlama adına anarşik, çatışmacı bir politika takip ediyorlardı. Lakin sürekli değişim içinde olan toplum yapısı, savaşa gebe istikrarsız ortamlar yerine, kalıcı barışı yakalama yolunda ilerliyor. Yani “tacir toplum” ticaret çağını yakalayarak savaşı yok etmek istiyor. Çünkü bu tip toplum modeli sürekli üretmeyi, karşılıklı alım-satımı hedefleyeceği için “yok edici” savaş düşüncesini aklından söküp atacaktır.
Dünyamız, İkinci Dünya Savaşından beri küresel silahlı mücadele içine girmedi. Onun yerine bölgesel ölçekli fakat küresel güçlerin “bilek güreşi” ile müdahil olduğu çatışmalar meydana geldi. Orta Doğu bölgesinde yıllardır yaşanan toplumsal dramın temelinde de yine bu sebep yatıyor. Adeta “filler ve çimen” olarak tabir edeceğimiz gelişmeler, büyük güçlerin etnik ve mezhepsel ayrışmaları tetikleyerek fayda sağlamalarına olanak tanıyor. Neticede ise kazananı belli olmayan bir savaşın gölgesinde yaşam mücadelesi veren masum halkın umutsuz ve karanlık geleceği beliriyor.
Türkiye bölgesel denklemdeki yerini iyi hesaplamalıdır.
Arap halklarının “uyanışı” olarak tabir edilen Arap Baharı süreci, başlangıç hareketi itibariyle sivil bir direniş olarak nitelendiriliyordu. Fakat geldiğimiz noktada, Arap coğrafyasında halkların birliğinden ziyade radikal örgütlerin kol gezdiği, yine büyük güçlerin karanlığına hapsolmuş yığınların oluştuğu bir bölge algısı yaratılmaya çalışılıyor. Mısır’da her ne olursa olsun seçimle iş başına gelmiş bir yönetimin askeri darbe ile devrildi. Suriye’de ise kimyasal silah kullanacak kadar ileri giden rejimi kınamakla yetinen uluslararası güçlerin, diğer taraftan rejim karşıtı demokrasi savunucularını her fırsatta köşeye sıkıştırmaya çalışmasının kalıcı bir barış adına faydası olacağını söylemek oldukça güç.
Türkiye, sınır komşusu ülkeler ile istese de istemese de muhatap olmak zorundadır. Bu ona coğrafyasının yüklediği bir sorumluluk. Fakat bunu yaparken bölgesel dengelerin iyi hesap edilmesi olası bir savaşın önünü kesecektir. Dolayısıyla Türkiye’nin son olarak İran ile varılan nükleer mutabakatta ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile yapılan enerji anlaşmasında, karşılıklı bağımlılık ilkesinden feyiz alarak hareket edecektir. Bu demek oluyor ki, karşılıklı atılan imzalar taraflar arasında savaş riskini en aza indirebilir. Elbette Kuzey Irak Kürt hükümeti ile varılan anlaşmanın öncelikle Irak merkezi yönetimin onayından da geçirilmesi gerektiğini unutmamamız gerekiyor.
Ünlü düşünür Heraclitios’un “Sürekli aynı sularda yıkanılmaz.” sözü aslında bulunduğumuz durumu en güzel şekilde ifade ediyor. Toplumlar sürekli değişim içerisinde. Dolayısıyla ilişkiler de zamanın değişim içerisinde olması ile birlikte dinamik bir hal alıyor. O halde insanlık sorunlarını ifade edebiliyorsa, bu sorunları çözüme kavuşturacak potansiyele ve iradeye de sahip olduğu unutulmamalıdır" dedi..
Haftanın Sözü: “ Eğer büyük kitleleri ikna edebilmişse, fikirler silahlara ihtiyaç duymaz.”
Fidel Castro